Doğarken Ölmek

Çiğdem Göksoy

Kadının sosyal koşullar altında ikincil konumu tarihsel bir süreklilik içermektedir. Özellikle bazı tarihsel dönemlerde ve kültürlerde gelenekler içine din olgusu ile birlikte hapsedilmiştir. Din bünyesine giren gelenekler zamanla dinin vazgeçilmezi ve sorgulanamaz unsurları halini almıştır. Ataerkilliğin din ve gelenekten türediği varsayımı kadının toplumsal konumu ve statüsünü değerlendirirken, oldukça belirleyici bir hale dönüştürmüştür. Öteden beri yapıla gelen şeyler, alışkanlıklar, geçmişle olan bağlantılar sosyal bilimcilere göre gelenek halini alabilmesi için üç kuşak geçmesi gerektiğiydi. Gelecek geçmişle sınırlı mıydı bilinmez ama yaşayan her insanında hata yapması kaçınılmaz bir sonuçtu.

Kadının toplumsal konumunun sınırlarını belirleyen din içine yedirilen gelenekler aynı zamanda toplumdaki kadın ve kadınlık rollerini kadın üzerinden değil, kadınlığı üzerinden algılama yaklaşımı ile biçimlenmiştir. Bunun günümüzde uygulanma alanı da evlilik adı altında uygulanmaya ve nesilden nesile aktarılmaya çalışılmaktadır. Mitlerden sonra çeşitli semavi dinlerle (Hıristiyanlık, Musevilik, Yahudilik, Müslümanlık) günümüze kadar birçok ritüellerle birlikte devam etmiştir. Peki evlilik, mutluluğun ölçütü mü yoksa kadının özgürlüğüne giydirilmiş bir kılıf mıydı?

Evliliğin tarihi insanlık tarihinin ilk zamanından bu yana olduğu bilinmektedir. Zamanla çeşitli medeniyetler kurulmaya başlayınca kadın-erkek münasebetleri de her medeniyetin geleneklerine ve dini kurallarına göre şekillenmiştir.

Kadın antik çağlardan günümüze kadar evlilik kurumunun koruyucusu olarak kabul edilmiş, evliliği ve yuvayı ayakta tutma misyonu kadına yüklenmiştir. Yunan mitolojisinde evlilik kurumunun temsilcisi Zeus’un karısı Hera ile temsil edilmektedir. Eski yunanlılar evliliğe “telos” (kutsallaştırma) demekteydiler ve düğün ayinleri sır ayinlerine benzemekteydi. Mitolojilerde evlilikler üretkenliği beraberinde getirir, çünkü gök ve yer birleşmesiydi. (Gökyüzü erkek, yeryüzü kadın.)

Zeus ve Hera’nın evlilikleri kadar merak uyandıran Ay Tanrısı Nanna’nın kızı İnanna ve Çoban Tanrısı Dumuzi’nin (temmuz) evlilik hikayesidir. Mite göre İnanna evlenmeden önce bir takım ritüellere tabi tutulmuştur. Bunların en bilinenleri düğün hamamına gidip kendini sergilemek ve çeyizlerini gelen davetlilere sergilemek, birlikte hediyelere kapı ardından bakmaktı. Ayrıca giyinip süslenmek, gözlerine kömürden siyah çizgiler çizip çeşitli kokular ve mücevherlerle de kedini Dumuzi’ne  hazırlamaktır. Bu ritüellerin günümüze kadar geldiğini düşünürsek altı bin yıldır bizimle birlikte olduğunun da bir göstergesidir. Mitolojilerde her ne kadar kadın, yeryüzü olarak tanımlansa da bazı mitlerde Ay’ın da kadını temsil ettiği söylenmiştir. Örneğin; Hilal, bakire el değmemiş bir kadını sembolize ederken;  dolunay, karnı şişmiş hamile bir kadını; yarımay ise yaşlı ve bilge kadını temsil etmektedir.

Gerçek de bu değil midir aslında; ay dünyanın etrafında dönerken hep aynı yüzünü göstermez mi bize, hep bir gizemli tarafı yok mudur? Her gün her an farklı yerlerde farklı şekillerde ortaya çıkabilen ay, kadınlığın her dönemini de anlatıyor bence. Ay, bizim karanlık ve içsel yönümüzle birlikte eternal duygularımızı ve duygusal ihtiyaçlarımızı temsil etmiyor mu? Her birimiz en güçlü rüyalarımızı uzayın derinliklerinin içinde geçirdiklerimizle dakikalarca aya bakmıyor muyuz, en büyük gerçeği bilen ve ona ulaşmak isteyen her çocuk gibi… var olmak, can olma ve yaratma dürtüsü, kendini ifade etme ve tanıma ihtiyacı hepsi onunla ilgili değil mi? Bize en özel özelliklerimiz, yaşam enerjimizi ondan almaz mıyız? Hepimiz aynı anda geceyi yaşarız ama hepimizin karanlığı da farklı değil midir İnanna’nın hikâyesinde olduğu gibi.

Sümerler için aşk, bereket ve kutsal evlilik tanrıçası olan İnanna ilk sömürü düzeninin ve devletin ortaya çıkışıyla birlikte kuşaklarca anlatılan neolitik toplumun kutsalı olan ana tanrıça Sümer rahip devleti döneminde dinle harmanlanarak mülk haline dönüşmüştür. Altı bin yıl önceki ritüeller devletleşen toplumların gelişmesiyle birlikte günümüze gelenek ve kültürlerle birlikte 4 semavi dinlerde de görmek mümkündür. Dinlerin çıkışı itibari ile İnanna ve Dumuzi’nin evlilik törenlerindeki ritüeller zamanla farklılaşsa da birbirine benzer gelenekler halen devam etmektedir.

İnanna’nın hamam hikayesi Yahudilikte mikve(yağmur suyu dolu küçük havuz) hayatın ve yeniden doğuşu simgeler. Hıristiyanlıkta vaftiz, İslamiyet’te gusül olarak da bilinir. Gelin düğün öncesi tamamen temizlenip yıkandıktan sonra bu havuza yedi defa dalar ve duasını okur. Daha sonra kadınlarla birlikte eğlence yapılır. Anadolu’da ve Mezopotamya’da ise gelin hamamı olarak da bilinmektedir. Yine düğün öncesi çeyiz serme ve sergileme, hediye kabul etme ritüeli de Yahudilerde, Anadolu ve Mezopotamya’da halen devam etmekle birlikte gelinin süslenmesi, giydirilmesi, altınlar ve mücevherlerle birlikte hazırlanma süresi de İnanna’nın hazırlanış biçiminden farksız değildir. Düğün yemekleri ve düğün törenlerindeki eğlence biçimleri de günümüzde geçerliliğini halen sürdürmektedir.

Kökleri çok eskilere dayanan mitolojik bazı gelenekler her iki kültürü etkilediği gibi din içinde kadına atfedilen kavramlarla güncelliğini korumuştur. Bu ritüeller; hayatımızı bir bütün olarak ele alırken ruhumuz, bedenimiz, yaşam felsefemiz ve yeni hayat yolculuğumuzda bizleri nelerin beklediğine dair gizemi de içerisinde barındırmaktadır. Bir yerlerde bir kelebeğin kanat çırpışı, dünyayı oynatabiliyorsa yerinden, bu sistemin başka bir anlamı da var olmalıydı artık. Hayat bizleri güçlü olmak zorunda bırakmadan önce, güçlü olma ve tek bir nefesten var olup doğarken ölmektense ölürken doğmayı tercih etmeliyiz artık.

“Kimse geçmişe gidip yeni bir başlangıç yapamaz ama bu gün başlayıp yeni bir son yazabilir.” CARL BARD…

 
https://www.kadindanhaber.com/dogarken-olmek/

Diğer Haberler

Anna Lindh Foundation

Anna Lindh Foundation’in düzenlediği Sivil Toplum Kuruluşlarında Dijitalleşme ve Lobicilik